Kardeşler Giyim  
 
  “Arap toprakları yeniden bağ, bahçe ve nehirlere kavuşmadıkça kıyamet kopmayacaktır” hadisi üzerine 19.04.2024 05:58 (UTC)
   
 
ARAP YARIMADASININ YENİDEN OTLAKLI VE NEHİRLİ YERLER HALİNE GELMESİ
 
Müslimin Sahîh’inde Ebû Hüreyre’den nakline göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Arap toprakları yeniden bağ, bahçe ve nehirlere kavuşmadıkça kıyamet kopmayacaktır” (Müslim, Zekât, 60).
 
Arap Yarımadasının Günümüzdeki Durumu
 
Hz. Peygamberin (a.s) ifadesinde geçen “Arap toprakları” deyiminden maksat, Arap yarımadasıdır. Bu yarımada, ekvatorun güney ve kuzeyden 15 ilâ 30 enlem çizgisi arasında bulunan çöl kuşağındadır.
Bu harita, Yunan astronomi ve matematik bilgini Batlamyus’un m.ö. II. Yüzyılda Arap yarımadasına dair çizdiği haritadan yaralanılarak hazırlanmıştır (Mecelletü’s-sekafeti’l-ilmiyye, sayı: 65).
Nadiren görülen nem ve şiddetli kuraklık, çöl bölgelerinin genellikle göze en çok batan niteliklerindendir. Arap yarımadasının bazı iç bölgeleri -özellikle er-Rub’u’l-hâlî çölü- uzun yıllar bir damla yağmur yüzü görmemektedir (Dr. Selahaddin Buhayrî, Coğrafîyyetü’s-sahârî’l-arabiyye, s. 12, 13). Bu kuraklık, o toprakların bitki ve ekin örtüsüne etki etmiştir. Bu yüzden o topraklara sarı bir renk hâkim olmuştur. Bu renk, yakıp kavuran acımasız kumun rengidir. Bunun tek istisnası, sadece bir parça yağmur alan sahil bölgeleri ile kuyu ve pınarlara yakın yerlere serpilmiş vahalardır.
Yüce Allah, Arap yarımadasının bir kısmını ve çöllerini Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in (a.s) diliyle şöyle niteler: “Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Ben neslimden bir kısmını senin Beyt-i hareminin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim” (İbrahim, 14/ 37). Arap yarımadası topraklarının büyük bir kısmının genel niteliği bu olduğuna göre Hz. Peygamber (a.s) nasıl oluyor da bu toprakların zamanın sonunda çiftliklerin ve nehirlerin bulunduğu topraklar hâline gelebileceğini söylüyor?! Hiç kuşkusuz bu hadisin manası, hem gariptir, hem de insanı hayretler içinde bırakmaktadır. İnsan aklının bunu anlaması veya açıklaması zordur.
Hadisten anlaşılan şudur: Arap yarımadası çölünü, zamanın sonunda kıyamet kopmadan önce çiftlikler ve nehirler kaplayacaktır. Hadisteki “hatta teûde = yeniden dönmedikçe” ifadesi, yarımada topraklarının geçmişte böyle olduğuna ve zamanın sonunda o ilk haline geri döneceğine ve kurak çöl özelliğinin sonradan oluşan bir nitelik olduğuna işaret etmektedir.
Aslında bu hadis, bir gerçeği, bir öngörüyü, bir mucizeyi ve bir ilmi ifade etmektedir.
Hadisin ihtiva ettiği gerçek şudur: Arap yarımadası geçmişte otlakların ve nehirlerin bulunduğu topraklardan ibaretti, daha sora günümüzdeki çöl durumu ile yüz yüze kaldı.
Mucize özellikli haber ise şudur: Nehirler ve yeşil alanlar, kıyametten önce zamanın sonunda Arap yarımadasına tekrar geri dönecektir. Bu hadisin doğru bir biçimde anlaşılabilmesi için tam 14 asrın geçmesi gerekmiştir. Çünkü jeoloji, iklim tarihi, astronomi ve başka bilim dallarında bu baş döndürücü ilerleme gerçekleştikten ve Arap yarımadasındaki çöllerde birçok kazı ve sondaj faaliyetleri yapıldıktan sonra hadisin manası anlaşılmıştır. Bu çalışmalar, gayri Müslimler nezdinde şüpheye hiç yer bırakmayacak şekilde Hz. Peygamberin doğru söylediğini ve bu hadiste bilimsel bir mucize olduğunu ortaya koymuştur. Biz bu tarihî ve ilmî gerçeği okuyucunun dikkatine sunacağımız gibi bunları destekleyen çalışmaları ve keşifleri ortaya koyacağız. Ayrıca bunu bilen ve öğrenen kimselere Hz. Peygamberin (a.s) peygamber olduğuna dair delil ve kanıt olan bilimsel hususları okuyucunun dikkatine sunacağız.
Bilimsel Gerçek: Arap Yarımadası Geçmişte Otlakların ve Nehirlerin Bulunduğu Topraklardan İbaretti
Modern bilimsel keşifler, bu mûcizevî hadiste Hz. Peygamberin söylediği hususu teyit etmektedir. Yapılan çalışmalar, Arap yarımadasının gönümüzde bilinen haliyle çöl olmadığını, aksine içinden nehirlerin fışkırdığını, bazı bölgelerde sularla dopdolu göllerin bulunduğunu, daha sonra badiye haline geldiği andan itibaren şehirlerin büyük bir tarımsal ve meslekî ilerleme ile kalkındığını ifade etmektedir.
Geçmişte Arap Yarımadası
Arap yarımadası, jeoloji bilgilerinin ifadesiyle “Pleistocene” adını alan jeolojik erken dönemde o durumdaydı. (Bilginler, yerkürenin jeolojik tarihini her dönemde hayatın genel özelliklerini göz önüne alarak kısımlara ayırmışlardır. Her zaman, içinde yaşanılan hayatın çeşit ve türlerine göre asırlara ayrılır. Bunlar o asrın kaya tabakaları üzerinde biriken kazılardan anlaşılır) Pleistocene dönemi, bir milyon seneyi aşkın bir süre önce başlamıştır ve on bin sene önce sona ermiştir. İşte bu zaman diliminde yeryüzüne soğuk bir iklim hâkim olmuş ve Avrupa’nın kuzeyi ile kuzey Amerika’yı muazzam buz tabakaları ve kütleleri kaplamıştır. Nihayet bu buzlar Fransa’nın kuzeyine kadar ulaşmıştır. Bu döneme buzul “Glacials” dönem denir. Ancak buz, daha sıcak zaman aralıklarında eriyordu. Buna ise buzul arası dönem anlamına “Interglacials” dönem denilir. Bu dönemde iklim durumu büyük oranda düzelmiştir. (Norman Vilin Ve David Bezz – Evâilü’l-beşer fî Şibhi’l- cezireti’l-arabiyye Mecelletü’s- sakâfeti’l-âlemiyye) sayı: 59. (Aromco World, August 1992 dergisinden naklen).
Buzul çağında kuzey bölgelerde buzul tabakanın yayılması, toprağın iklimine etki etmiş ve yağmur kuşağının güneye doğru kaymasına yol açmıştır. Böylece Arap yarımadası ile kuzey Afrika’daki Büyük Sahra yağmurlu batı rüzgârları kuşağına girmiştir. Bu rüzgârlar şu anda Avrupa’nın batısında esmektedir. Söz konusu durum, adı geçen çöllerin çiçeklenmesine, nehirlerle ve verimli vadilerle dolmasına yol açmaktadır. (Dr. İbrahim Ahmet Rezgâne, el Coğrafyatu’t-tarihiyyetü’t- tabiıyye, s. 146 – özetle-)
Buzul çağları arasındaki ısınma dönemlerinde “Interglacials” yağmur kuşakları kuzeye doğru hareket eder ve Arap yarımadasıyla Afrika’nın kuzeyi ticarî rüzgârların kuşağına girer. Buralara bu günkü iklimine bezer bir hava hâkim olur. (Arap çölleri, kozmik sistemin en büyük bir kısmını işgal eder ki bu, ticarî rüzgârların çölü “Trade Wind Deserts” adıyla bilinmektedir. Bu, sürekli bir kuraklıkla kendini belli eden bir sistemdir. Toposfer tabakasının faal kısmı, deniz yüzeyinden 2 – 6 km. arasıdır. Bu, atmosferik hareketlenmenin doğmasıyla ilgili olan faal kısımdır. Toprağın bu kısmı, sene boyu yüksek basınçlı bir kuşağın etkisi altındadır. Bu kuşak sahra topraklarıyla su tabakası üzerinde olur. Bilindiği üzere yüksek basıncın olduğu şartlarda genellikle kuraklık olur. Buna göre Büyük Sahra ve Arabistan çölü, bu ticarî rüzgâr çölleri (Trade Wind Deserts) kuşağında yer aldığı için iklimsel çöl olarak tasnif edilir. Bir başka ifadeyle; yeryüzünün çevresinde genel gezegensel dönüşümünün mekaniğinin direkt neticesi olarak böyledir. (Coğrafiyyetü’s-saharî’l-arabiyye, s. 147, 149-Özetle).
Amerikan jeolojik araştırmalarına istinaden Hall Macler Arabistan er-Rub’u’l-hâlî Çölü üzerine hazırladığı doktora tezinde şöyle der: Yağmur asırları (buzul çağları) boyunca çöl mıntıkasını göller kaplamıştı. Göller iki kere ortaya çıkmıştır. Birincisi 37000 ilâ 17000 yıl önce, ikincisi ise 10000 ilâ 5000 yıl önce. (Mecelletü âfak ilmiye, sayı: 42 s. 15).
 
 
Jeolojik Keşif Ekipleri
      
Bu muhteşem resim gürül gürül akan nehirleri, yaprak açmış ağaçları ile Arap yarımadasına aittir. Nitekim geleneksel edebiyatta bu tablolar yaygın olarak bulunmaktadır (Arap dili ve edebiyatı geleneği, Arap yarımadasının şahit olduğu iklimsel değişikliğe dikkatleri çekmektedir. Araplarda hayvan isimlerini incelediğimizde bir hayvanın – meselâ aslanın – birden çok ismi olması karşısında insan dehşete kapılır. Bu, o hayvanın geçmiş çağlarda Arapların yaşadıkları çevrelerde çok bulunmasından dolayı bu kadar çok isim aldığını teyit etmektedir. Aynı şeyi nehirler için de söylemek mümkündür. Çünkü Arap dilinde nehir ismi de çoktur. Hilâl oğulları Tağrîbe’sindeşöyle denir: “Bilginler, Necid bölgesinin Arap beldelerinin en verimlilerinden birisi, en fazla suya, göllere, ovalara ve vadilere sahip bir yer olduğunu bilirler. Hatta zamanın şairleri, bunları güzel şiirlerle dile getirirler ve havasının güzelliğinden dolayı burayı başka yerlerden üstün tutarlar. Hilal oğullarının evleri ta eski nesillerden beri ilk güzelliğini korumaktaydı ve hâlâ da böyledir. Nihayet bölge, değişikliğe uğramış ot ve bitki örtüsü ortadan kalkmış, her tarafa açlık hâkim olmuştur. Artık buralarda yenecek hiçbir şey bulunmaz olmuş ve halk, hayvanları yemeye başlamıştır “ (Tatavvuru münmâhi’s-suudiyye ve eseruhû alâ hicrati’l-beşeriyye) Mecelletül hafecî, Eylül 1980 sayısı, s. 25).
Artık bunlar, o geçmiş zamanların parmak izlerini oranın kumlarının kalbinde araştıran jeolojik araştırma ekiplerinin sayesinde şu anda birer bilimsel gerçek haline gelmiştir. Bu ilmî heyetlerin en büyüklerinden birisi, İngiliz müzesinden Petrov Aybarov başkanlığındaki jeolojik araştırma ekibidir. Bu ekip, 1989 yılı başlarından Birleşik Arap Emirliklerine doğru yola çıkmış ve kökü yedi milyon sene önceye dayanan Miocene çağının sonlarına ait hayvansal hayat kalıntılarını keşfetmiştir.
Petrov Aybarov ile arkadaşlarının hayvan kalıntılarından buldukları şunlardır: (asrımızdaki fillerin uzaktan akrabaları kabul edilen hortumlu ve memeli hayvanlar), nehir atları, küçük et oburlar, atlar, tek boynuzlular, timsahlar, balıklar, kuşlar ve kahve renkli, iri cüsseli ve kısa kuyruklu bir tür maymunlar. Gayet açıktır ki bütün bu hayvanlar, Habeşistan asıllı idi. Miocene döneminde Kızıldeniz, Orta Akdeniz’e açıktı. Fakat güneyinden köprü şeklinde bir kara parçasıyla bitişikti. Bu kara parçası, Habeşistan’la Yemen’i birbirine bağlıyordu. Doğuda ise Dicle ve Fırat nehir şebekesi bu güne nispetle güneye doğru daha fazla uzanmaktaydı. Bulunan hayvan türleri, onların bu şebekenin deltasında geliştiklerini göstermektedir. (Mecelletü Âfak ilmiyye s.63) Nature dergisi 27.4.1989 sayısı s.14 ten naklen).
 
Uzay Resimleri
 
Uzay ilimleri ve uzaktan keşif alanındaki muazzam ilerleme ile birlikte bu ilim dalı da arkeolojik kalıntılar, yeraltı suları, madenler ve benzeri konularda yeraltında gizli hazinelerin araştırmaları ve keşfi konusunda yarış parkuruna girdi.
Uzaydan resim alma ve uzaktan keşif teknolojisi, arkeoloji bilginlerine yeryüzünde kazı yapmaları için gerekli olan mekanlar hakkında genel bir fikir verebilmeyi başardı. Bu durum 1981 yılında Mısır çölünde yapılmış en meşhur araştırmalardan birini meydana getirdi.
Amerika Birleşik Devletinin Arizona Eyaletinde Amerikan Arkeolojik Ölçüm Lâboratuarında araştırmacılar, uzay mekiği Colombia’ya yerleştirilmiş radar cihazının gönderdiği ve topladığı veri cetvellerini analiz ederken radar resimlerinin Güney Mısır’la Kuzey Sûdan’daki çöl kumlarının altında bir bölge olduğunu ortaya koyduğunu gözlemlediler. Günümüzde bu bölge ancak elli yılda bir yağmur almaktadır. Fakat söz konusu bölgede çok eski zamanlara ait bazıları Nil nehrinden daha geniş olan nehir yataklarının bulunduğu tespit edildi. (Tabiat ve coğrafya tarihi bilginleri bu nehir dizilerinin olıgocene asrında toplanıp oluştuklarını ve “eski Libya nehri veya Orinil (Nil’in dedesi) adını verdikleri büyük bir nehri oluşturduğunu tespit ettiler. Bu nehir, batı sahrayı aşıp güneyden Feyyum alçak arazisi ile kuzeyden Nazrun vadisi arasında bulunan bölgede büyük bir deltada sona ermektedir. Bu bölgedeki nehir tortuları içinde tatlı suda yaşayan canlı türlerinin kalıntıları bulunmaktadır. Bunlar timsah, nehir atları, fil gibi hayvanlardır. Feyyum bölgesi, dünyada fillerin ana vatanı sayılır. (Dr. Muhammed Safiyyüddin, Morfolojiyyetü’l-arâdil mısrıyye, s. 50 . 51).
Bu çalışmadan birkaç ay sonra bu bölgeye giden heyetler, radar ışınlarının kurak kumları aşıp, yeraltında yüzeyden iki metre derinlikte kurumuş nehir diplerinde bulunan kireç taşlarını yansıttığını tespit ettiler. Radarın tespit ettiği nehirlerin kıyılarında kazı çalışması yapan uzmanlar, ancak ıslak ve nemli mekânlarda ve ekvator ikliminde yaşayabilen kara salyangozu türlerinin kabuklarını buldular.
İnsanı en çok dehşete düşüren ise bazı uzmanların yontma taş devrindeki insanların yaptıkları balta ve benzeri binlerce alet ve edevatı bulmaları olmuştur ki bunların tarihi iki yüz bin seneden daha eskiye dayanmaktadır. Bu da bilginleri bu sahranın eski çağlarda nemli ve yerleşmeye uygun olduğu kanaatine sevk etmektedir. (Mecelletü afâk ilmiyye, sayı 17 s. 32).
Son zamanlarda yukarıdaki çalışmaya benzer bir çalışma da Arap yarımadası üzerine yapılmıştır. Bu çalışmada uzaydan çekilen resimler Arap yarımadasını batıdan aşıp doğuya Kuveyt’te doğru geçen muazzam eski bir nehir yatağının varlığını ortaya koymuştur. Bu nehir yatağı muazzam büyüklükte kum tepelerinin altında gizlenmektedir. Yine uzaydan çekilen resimler, Kuveyt’in kuzey batısında muazzam bir alanın bu büyük nehrin deltasından ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Yapılan bu keşif, eski nehrin yatağında muazzam miktarda yeraltı sularının bulunduğunu ve eski insanlara dair arkeolojik kalıntıların bulunma ihtimalini ortaya koymuştur. O dönemin insanları, bundan beş bin yıl önce nehirden su aktığı dönemlerde bu nehrin iki kıyısından yaşıyorlardı. Bu gerçeğe şu anda Amerika’da ikamet eden Mısırlı jeoloji ve uzay bilgini Dr. Faruk Elbâz yaptığı bir araştırmada işaret etmiştir. Bu araştırma eş-Şarku’l-evsat gazetesinin 27. 3. 1993 sayısında yayınlanmıştır).
(Arap yarımadasında son dönemlerde eski çağlarda yaşayan insanlara dair arkeolojik kalıntılar hakkında daha fazla bilgi almak için bkz. (Norman Wilin ve David Bezz, Evâilü’l- beşer fî şibhi’l –cezireti’l -arabiyye, mecelletü’s-sekafeti’l- âlemiyye sayı, 59.)
Arap Yarımadasında Yapılmış Arkeolojik Keşifler
Modern arkeolojik kazılar, özellikle şu anda kurak birer çöl halinde olan bölgelerde ilk dönem medeniyet ve kültürünün kalıntıları olan birçok arkeolojik yerlerin keşfinden sonra bu bilgilerin doğru olduğunu göstermektedir.
1834 yılında Aden’e yakın bir yerde Hısnu’l-ğurâb diye bilinen bir kale keşfedildi. Söz konusu kale kalıntılarının üzerindeki kum yığınlarının alınmasından sora bir mermer parçası bulundu. Bu parça üzerinde şunlar yazılıydı:
“Bu kalenin iç bahçelerinde çok rahat bir hayat sürdük. Herhangi bir darlık veya sıkıntı, yaşantımızı gölgelemedi. Deniz sularının gel-gitlerinde suları bizi kuşatıyordu. Nehirlerimizden bol sular fışkırmaktaydı. Dalları birbirine geçmiş hurma ağaçları arasında kale bekçisi, bol suları olan kıvrımlı derelerin kenarında veya suyu kesilmiş dere yataklarında yaş ve taze hurma hasat ediyordu. Bizler dağlarda ve ormanlarda kara avı yapıyorduk. Ayrıca denizin dibinden balık çıkarıyorduk. Kalenin etrafında gezerken süslü ipek veya halis ipek elbiselerimizin ve yeşil çizgili renkli elbiselerimiz içinde salına salına yürüyorduk. Bizi yöneten hükümdarlarımız, aşağılık kişilerden değillerdi, hilecilere ve insanları aldatanlara karşı amansız kimselerdi. Bizler mucizelere, öldükten sonra dirilmeye ve ölülerin tekrar canlanacaklarına inanıyorduk. (Muzafferuddin Nağdifi, et-Tarihu’l-coğrafî li’l- Kur’ân Arapçaya çeviren Dr. Abdüşşâfî Ganîm Abdulkadîr, s. 182,183. Bu eser, oryantalis Forster’in el-Coğrafyâ’t-tarihiyye li bilâdi’l-Arap isimli eserinden Arapçaya çevrilmiştir).
Bu kalede ikinci Âd kavminin medeniyetine dair kalıntılar vardır. Âd, Arap milletlerinin yok olup gitmiş büyük kollarından biridir. Âd kavmi dünyanın tanıdığı en eski medeniyeti kurmuştur. Yüksek saraylar ve büyük köşkler onların ne derece ilerlediklerinin dışa vuran yansıması idi. Bu konuda Yüce Allah (c.c) şöyle buyurur: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine! Direkleri (yüksek binaları) olan ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine!” (Fecr, 89/6-8).
Yüce Allah (c.c) bu kavme Hûd’u (a.s) gönderdi. Onlar Hz. Hûd’u yalanladılar ve inkâr ettiler. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurur: “ Âd kavmine de kardeşler Hûd’u (gönderdik). O dedi ki ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin ondan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’ ‘Ey kavmim’ dedi ‘Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyü’.” (Âraf 7/65-68). Bunun üzerine Yüce Allah (c.c) onları uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile yok etti. Yüce Allah bunu şöyle haber verir : “Âd kavmi ise uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler. Allah onu, ard arda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın, o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün” (Hâkka, 69/6,7). Bunlar ilk Âd kavmi olup Yüce Allah Hûd’u (a.s) ve ona inananları kurtardı. Allah Teâlâ bu olayı şöyle bildirir: “Emrimiz gelince Hûd’u ve onula beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik” (Hûd, 11/58). Kur’ân, onların yaşadıkları bolluğu, refahı ve ileri seviyeyi anlatmaktadır. Gayet açıktır ki bu tablo kupkuru bir çölde olacak şey değildir. Tarihin sayfalarında şöhreti her yana yayılmış Arap şehirlerinden birçoğu belirtilir. Tarihçiler, bu şehirlerin medenî yönden ilerlemesini dilden dile anlatırlar. Ve bunun etrafında bir mitoloji ve rivayet ağı örerler. Bu mitolojik medeni şehirlerden bir tanesi Ubar’dır. Bu şehrin kalıntıları ve hazinelerinin keşfi harika ve insanın dikkatini çeken bilimsel maceralardan biri sayılır. (Mecelletü’s-sessakefeti’l-âlemiyye, s. 65; Mecelletü’l-ilim ve’t-teknolojya, sayı 29).
Bu şehrin varlığı ve bulunduğu yer, arkeoloji bilginlerini yıllarca hayrete düşüren bir bilmece olarak kalmış ve onları kuşku, kehanet ve varsayımların esiri yapmıştır. Bu bilginler aradıkları yitik şeyi bulma noktasında bir dizi zorluklarla karşılaşacaklarını tahmin etmişlerdir. Fakat bugün Yüce Allah’ın çağımızı başka çağlardan ayıran teknolojik vasıtaların en modernini insanın emrine vermesi, özellikle de uzay teknolojisi alanındaki insanı hayrette bırakan teknolojik ilerleme sayesinde, bilginler bu şehrin yerini belirleyebilmişler, üzerindeki tozu kaldırmışlardır. Bu da bizatihi araştırma ve keşif işleminin modern arkeoloji biliminde daha önce benzeri görülmemiş bir hale getirmiştir.
 
Kayıp Şehir Bilmecesi
 
Ubar, Arap yarımadası şehirlerinin en eskisidir. (Belki de Ubar, birçok bilginin inandığı üzere Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen İrem şehridir. Yüce Allah, İrem’den şöyle bahseder: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine! Direkler (yüksek binaları) olan ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine!” (Fecr, 89/6-8). Kur’ân, bu şehri “ülkelerde benzeri yaratılmamış” şeklinde nitelemektedir. Tefsir kitapları ve ülkeleri tanıtan eserler, bu şehre dair birçok rivayeti zikreder. Bunlar, söz konusu şehrin büyüklüğüne ve muazzamlığına dair birçok mübalağa ve abartı içerir. (bkz. Errağdü’l- miğtâr fi haberi’l-aktâr, s. 22 , 24). İbn Kesîr, bu âyetin tefsirinde ( IV , 508) şu açıklamayı yapar: Bütün bunlar, İsraillilerin hurafelerinden ibarettir” Ravilerin abartılarını ve kıssacıların olayları korkunç hale getirmelerini uzak bir ihtimal olarak kıldıktan sonra geriye bu şehrin büyük bir şehir olduğu kalmaktadır ki bu şehri Şeddâd b. Âd güney sahrada kurmuş ve -tabiri caizse- yeryüzünde bir cennet haline gelmesi için değerli ve paha biçilmez ne varsa harcamaktan çekinmemiştir.
Arapların Lavrens’i kayıp şehrin bulunduğu yeri belirlemenin mümkün olduğunu hayal eden ilk kişi olmuştur. Bu kişi oraya çölün Atlantis’i adını vermiştir. Fakat Lavrens, hayalini gerçekleştiremeden vefat etmiştir. Sonra onu başka gezginler izlemiştir. Bunlar 1947, 1953 yıllarında birtakım heyetlerle araştırmalara girişmişler, ama sonuç alamamışlardır. Bunların arasında İngiliz gezgin B. Thomas bulunmaktadır. Thomas, bu keşif gezisi esnasında bedevilerin ifadesini esas almıştır. Bedeviler ona kayıp şehre giden yola dair birçok bilgi vermişler, ancak Thomas asla bu şehri bulamamıştır.
80’li yılların başında ciddi bir araştırma faaliyeti başlamıştır. Bu faaliyet, kayıp şehri keşfetmeyi çok isteyen birisi olan Amerikan belgesel film yapımcısı Nicolas Clapp’un eline B. Thomas’ın 1932 yılında yazdığı anılar geçtikten sonra başlamıştır. Bu anılar, Thomas’ın yaşantısını ve Arap yarımadasında arkeolojik eserlere dair bilimsel bir dizi rapor içermekteydi. B. Thomas bu raporlarda delillerle destekli olarak Ubar şehrine giden eski bir yolun varlığına işaret etmektedir. Buna ilaveten Clapp, bu mevzu ile ilgili olarak birçok kaynak ve vesika toplamıştır. Bunların içinde 600 tarihçi, coğrafya bilgini ve gezgin ismi yer almaktadır. Bütün bunlar, Ubar şehrinin var olduğunu vurgulayarak belirtmektedirler.
Bu teorik çalışmanın bir neticesi olarak Clapp bir araştırma ekibi oluşturmaya karar verir. Bu ekibin görevi, üç ay süreyle kayıp şehir bilmecesini çözme ekibi içinde yola çıkmak idi. Ekip arasına Avukat G. Hedges’i aldı. Bu kişi ekibi finanse etmek ve görevini düzene koymak için yapılan bağışları ve paralara toplamaktan sorumluydu. Ekibe ayrıca Arap yarımadası işleriyle ilgili iki uzman alındı. Bunlar arkeoloji bilgini meşhur J. Zarins idi. Zarins’in görevi, elde edilen bilgileri analiz etmekti. Diğer uzmansa Ranolf Fiennes’di. Ranolf ise, Umman Sultanlığı ordusuna 1968 yılında yardım eden İngiliz askeri birlikleri içerisinde görevli idi. Fiennes bölgeyi son derece yakından tanımaktaydı.
Söz konusu ekip bu işten son derece memnun olan Umman Sultanı Kabus’un kişisel desteği ile bu düşünceyi benimseyen Umman Kültür Bakanlığının desteğini kazandı. Bakanlık, ekibe her türlü yardım ve desteği verdi. Ayrıca ekip, Umman Merkez bakası ile Umman petrol şirketinden de destek gördü.
Burada kaydedilmesi gereken, Ubar kentinin var olduğuna dair coğrafî işaretlerin en eskisinin İskenderiyeli coğrafyacı C. Ptolamy’nin yaptığı eski bir coğrafya haritası olduğudur. Ptolamy söz konusu haritasında bu şehrin, günümüzde Suudî Arabistan sınırları içinde bulunan er’Rub’u’l-hâlî çölünün yakınlarında bulunduğuna işaret etmektedir. Burası insanoğlunun ayak basmadığı ve boydan boya geçmenin tehlikelerle dolu olduğu bir çöldür. Ekibin bu tehlikeli bölgeye ilk ziyareti, 1990 yılında gerçekleşti. Fakat ekip, çok geçmeden ölüm tehlikesi ile burun buruna gelme korkusuyla heyet bu bölgeden ayrıldı.
Ciddi araştırmaya gelince bu 1991 yılı Kasımıyla 1992 yılı başlarında Clapp’ın başarısız olacaklarını hissetmeye başladığını açıkladıktan sonra oldu. Ekip, Zıfar’la Seş’ar bölgesinde kazı yapma kararı aldı. Elde edilen netice umut vericiydi. Özellikle kazı işlemi özel birtakım radarlar kullanılmak suretiyle desteklendikten sonra umutlar daha da arttı. Bu kazı, kumluk arazilerde yeraltına doğru yapıldı. Clapp bundan önce ve tam olarak 1984 yılında Amerikan uzay merkezi Nasa’dan iki bilginden Arap yarımadası bölgesinin uzay mekiği Çelincır’a monte edilmiş uzay çekim radarı vasıtasıyla ölçülmesini talep etti. Mekiğin çektiği resimler, Fransız Spot ve Landsat uydularının çektiği resimlerle mukayese edildi. Böylece ekibin elinde söz konusu er-Rub’u’l-hâlî çölünün eşsiz bir haritası oldu. Bu harita eski kafilelerin yollarını, yeraltı sularının bulunduğu yerleri, eski nehir yataklarını, vadileri net olarak gösteriyordu. Bütün bunlar, çıplak gözle görülmesi zor olan bölgelerdi. Zira uzay çekim teknolojisi sayesinde gayet açık ve net olarak ortaya çıkmıştı. Bu harita, kafile yollarının var olduğunu ortaya koyuyordu. Bu yollar yüksekliği 183 m.ye varan kum tepelerinin altında bulunuyordu. Bu malumatların yardımıyla kafile, yollarının uzay çekimi sayesinde keşfedilen eski su sarnıcının bulunduğu noktayla kesiştiği yerde kazı yapmaya karar verdi. İşte insanı dehşette bırakan kesitler burada ortaya çıktı. Sekiz köşeli kulesi ve on metreye kadar ulaşan yüksek duvarları olan korunmuş bir kale bulundu. Bu kalede birçok depo odaları, meskenler vardı. Böylece Ubar, mitolojik medeniyeti ortaya çıkmış oldu.
Yine burada el Fâw vadisi kıyılarında bulunan Kırye şehrinin kalıntıları keşfedildi. Bu şehir kuzeydeki Necran kentine 280 km. uzaklıktadır. Şehir, şu andaki çölün kuzeybatı kıyısına bakmaktadır ve Arap yarımadasının güneyini kuzeyine bağlayan ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır. Zira kafileler, Kırye’den geçerek Sebe ve Main’den yola çıkmaktadır. (Muhammed el-Esad, Hadârât Kable’l-İslâm, Mecelletü Âfâk ilmiyye sayı 34)
Burada kazı 1972 yılında başladı. Bu görevi Riyad Üniversitesi tarih ve arkeoloji derneği üstlenmişti. Üniversite, yapılan kazılara dair on bir cilt yayın yaptı. Bu yayınlar, madenler, taştan ve fayanstan yapılmış kaplar, buhurdanlık, cam, ziynet eşyası, topraktan yapılmış çanak çömlek, bina, sikkeler, kitabeler, nakışlardı. Bütün bu eserler, Kırye kentinin milâdi II. asra dayandığını göstermektedir.
Öte yandan bütün bu ilmî ve tarihî belge ve deliller, Hz. Peygamber’in (a.s) hadisinde yer alan ifadenin doğru ve geçeğe uygun olduğunu teyit etmektedir. Peygamber Efendimiz (a.s) bunları on dört asır önce dile getirmiştir. O zamanlar kazı veya uzaydan çekim araçları yoktu. Sadece vahiy vardı. Nitekim Yüce Allah “ O arzusuna göre konuşmaz ( o bildirdikleri) vahiy edilen başkası değildir” buyurmaktadır (Necm, 53/3,4).
Bilimsel Öngörü: Nehirlerin Arap Yarımadasına Yeniden Dönüşü
Bu hadisi şerif, Arap yarımadasının binlerce yıl önceki iklimine dair modern bilimin araştırmasının ortaya koyduğu göz alıcı ve mucizevî bilimsel gerçekleri ifade etmesinin yanında, insanı hayrette bırakan bir başka garip bilimsel geçeği ve beklentiyi daha içermektedir. O da Arap yarımadasının eski aslî şekline geri dönmesidir. Bir başka ifadeyle; yarımadanın bol bol yağmur alması, nehirlere otlaklara ve yemyeşil yapraklı alanlara yeniden kavuşmasıdır.
Arap toprakları yeniden bağ, bahçe ve nehirlere kavuşmadıkça kıyamet kopmayacaktır
Bazıları Hz. Peygamberin bu sözünün Arap yarımadasında günümüzde gerçekleştiğine inanmaktadırlar. Onların bu inançları birçok kuyu ve su pınarlarının hayata geçtiği yüksek miktardaki yeraltı sularının keşfedilmesine dayanmaktadır. (Araştırmacılar yeraltı suları ikiye ayırırlar: Derinliği yer yüzeyinden 5, 10 m.den daha fazla olmayan üst tabakadaki yüzeysel yeraltı suları. Bunlar günümüzdeki yağmur ve sel sularından oluşmaktadır. Bir diğeri ise yeryüzünün yüzlerce metre derinliğinde bulunan su tabakalarıdır. Bunlar, geçmiş jeolojik çağlardan itibaren birikmiş sulardır. Arap yarımadasında yerin derinliklerinde yeraltı suyu depoları bulunmaktadır. (Yani bu sular çok eski çağlarda yağmur yağan zamanlarda çölün altında uçsuz bucaksız bir alanda birikmiş olan sulardır. Bu suların kapladığı alan, bütün Arap yarımadasının yarısı kadar takdir edilmektedir. Tebük’ün batı bölgelerinde 800 m. derinliğinde kuyular bulunmaktadır. el- Kasîm’da 1000 m. derinliğinde kuyular bulunmaktadır. Sûudi Arabistan’ın kuzeyinde el-Cevf ve Sikâke’de yer altı suları seneler önce yüzeye fışkırmıştır. Buralarda kuyular yerin 850 m. altında açılmaktadır. Bu sular sımsıcak bir şekilde yerden birkaç metre yukarıya fışkırmaktadır. (Coğrâfiyyetü’s-sahârî’l-arabiyye, s. 185, 192, 193kısaltılarak alınmıştır-) Bu suların fışkırması tarım alanında modern teknolojinin kullanılmasında ve uçsuz bucaksız çöl alanların ıslah edilip tarıma açılmasına yol açmıştır. Bu Hz. Peygamberin ifadesinin zahirine terstir. Çünkü Peygamber Efendimiz (a.s) “ otlaklar ve pınarlar” değil, “otlaklar ve nehirler” tabirini kullanmaktadır. Bilindiği üzere nehirler, esasen bol yağan yağmurlardan oluşurlar. Oysa şu ana kadar Arap yarımadasına bol yağmur düşmüş değildir. Ağır basan tahmin ve Hz. Peygamberin ifadesine en yakın olan açıklama şudur: Yeryüzünün ikliminde genel bir değişikliğin neticesi olarak bir gün gerçekleşecektir. Buradan yağmur alanları meydana gelecektir. Böylece Arap yarımadası çölü, bu yağmur alanlarının içine girecektir. Netice olarak kurak vadilerde nehirler akmaya başlayacaktır. Daha önce zikredildiği üzere bu, yeryüzünün yeniden buzul çağına gireceği anlamına gelmektedir.
 
Astronomik değişiklikler, (solda): Yaz mevsiminde güneş ışınlarının şiddetindeki değişikliklerin etkisi, (sağda): Yeryüzündeki buzul alanların hacmi görülmektedir.
 
 
Dünyanın Değişen İklimi
 
Dünyanın değişmeyen sabit bir iklime sahip olduğu iddiası doğru değildir. Binlerce yıl zarfında – bu jeoloji tarihine nispetle bir an sayılır- dünyanın ikliminde korkunç değişiklikler meydana gelmiştir. Dünyaya soğuk bir iklim hâkim olmuş ve korkunç buz tabakaları dünya yüzeyinde uçsuz bucaksız alanları kaplamış sonra, sıcaklık dereceleri bir kez daha yükselmeye başlamış ve buzlar çekilerek yeniden sıcak bir dönem oluşmuştur.
Bu iklim dalgalanmalarının olduğuna dair birçok deliller vardır. Bunları Osten Miller, el-Coğrafyâ’t-târihiyye’t- tabîıyye isimli eserinde (s. 134, 135) şöyle özetlemiştir:
Yağmurlara, bunun dışında diğer iklimsel gelişmelere dair bilgiler. Bunları eski yazarlar kaydetmişlerdir. İskenderiye’de miladi II. asırda Batlamyus’un kaleme aldığı hava değişikleri sicilleri bunun bir örneğidir.
Su baskınlarına ve kuraklık dönemlerine ait bilgiler,
Tohum ekmenin zamanına ait özel bilgiler. Buna örnek vermek gerekirse Avrupa’nın bazı yörelerinde tutulmuş kayıtlar vardır. Bunlar miladî 1400 yılından bu yana bağbozumunun tarihini içermektedir.
Limanların buz tutma tarihine dair kayıtlar. Söz gelimi Danimarka’da böyle bir kayıt bulunmaktadır. Burada miladî 1300 yılından bu yana kış mevsiminde Danimarka sahillerinde suların buz tuttuğu tarihler kaydedilmektedir.
Uzun ömürlü ağaçların büyümesi açışından gövdelerindeki yıllık halkalar arasındaki mesafenin farklılığı. (Ağacın gövde çapında görülen halkalar kastedilmektedir. Bazı ağaçların üç bin yıldan daha fazla yaşadıkları tespit edilmiştir.
Günümüzde ormanların gelişmesi için yağmurun yeterli olmadığı yerlerde taşa dönmüş ormanların varlığı. Aynı şekilde günümüzde kuraklığın şiddetli geçtiği yerlerde kömürleşmiş ahşap kütlelerinin varlığı.
Şu andaki iklim şartları yerleşmeye imkan vermeyen yerlerde eski yerleşim birimlerine dair arkeolojik eserler. Söz gelimi Suriye çölünde Tedmür kentinin enkazları böyledir. Tedmür’ün eski zamanlarda nüfusu bu enkazlara binaen yüz binden daha fazla olarak takdir edilmektedir.
Şu andaki iklimi tarıma elverişli olmayan mıntıkalarda tarım yapıldığını gösteren arkeolojik kalıntılar.
Şu anda kuru olan göllerin çevrelerinde uzanıp giden bazı yollar. Aynı şekilde günümüzde suyun olmadığı su yatakları üzerinde yapılmış eski köprü ve geçitler.
Ve bunun dışında bu gerçeği ortaya koyan daha birçok deliller sıralamak mümkündür.
Ve yine sabittir ki insanın yeryüzünde görülmesi, iklimde önemli değişikliklerle aynı çağdadır. Bu değişikliklerin neticesinde jeolojik pleistocene çağında buzul bir dönem meydana gelmiştir (el-Coğrafyâ’t-târihiyye’t- tabîıyye, s. 136). Bu, buzul dönemlerinin sonuncusudur. Şu anda biz o dönemi izleyen sıcaklık döneminde bulunmaktayız.
Buzul Çağlarına Astronomik Bakış
Yeryüzünün buzul çağına girme olgusu, bilginlerin zihinlerini meşgul etmiş ve buna sebep olan etkenleri araştırmaya başlamışlardır. Bilginler, bunun için birçok teori, faraziye ortaya koymuşlardır. Günümüzde bunun en meşhurlarından birisi Yugoslav astronomi bilgini Zyklen Milankowich’in ortaya attığı teoridir. Milankowich bu teorisini geçtiğimiz miladî asrın başlarında ortaya atmıştır. Milankowich, ne demektedir? (Buzul çağlara dair astronomik bakışın tarihi, XIX. asra ve 1821 yılında dünyaya gelen İskoçyalı astronomi bilgini James Croll’un çalışmalarına kadar dayanmaktadır. James Croll görüşlerini XIX. asrın 80’li yıllarında yayınlamıştır. Ancak görüşleri o günlerde kabul görmemiştir. Sonra Milankowich, bu teoriler üzerinde bazı değişiklikler yaparak 1941 yılında onu yeniden ortaya atmıştır).
Dünyada iklimsel değişikliklerin sebebi, yer kürenin güneş etrafında dönmesinin hendesesine bağlı üç miktarda meydana gelen değişikliklere bağlanmaktadır.
Yeryüzü güneş etrafında elips şeklindeki bir yörüngede dönmektedir. Fakat bu yörünge bu şekilde sabit değildir. Tam aksine değişikliğe uğramakta ve elips haline gelmektedir. Sonra yüz bin yıl süren bir dönüş sürecinde yeniden yarı dairesel şekline geri dönmektedir. Yer kürenin dönüşü dairesel olduğunda yılın bazı günlerine oranla daha fazla ısı almaktadır. Fakat yerkürenin tümü göz önüne alındığında bir tam yılda güneşten aldığı toplam ısı miktarı, daima sabit kalmaktadır. Milankowich’in teorisinde yapılan ilk değişiklik budur.
İkinci değişikliğe gelecek olursak; bu, yer kürenin dönüş ekseni üzerindedir. Yer küre, kendi ekseni etrafında dönmektedir. Bu eksen, Güneşin etrafında dönme düzeyine göre eğik olmaktadır. Bu şu demektir: Yer kürenin Güneşin etrafında dönme ekseni üzerinde 90 derecelik bir dikme çizildiğinde (Bu, Güneş tutulması dairesi olarak bilinmektedir) yer kürenin dönüş ekseni, bu dikey eksene göre her 41000 yılda 21.8 ilâ 24.5 derecelik bir açıyla eğik olmaktadır. Günümüzde bu açı, 23.4 derecedir ve git gide küçülmektedir.
Üçüncü değişiklik, yer kürenin yörünge mimarisi üzerinde olup, bu da onun kendi dönüş ekseniyle ilgilidir. Bu sanal eksen, gökyüzünde daire çizer. Bu, Precession olarak bilinmektedir. Bu yörünge, dönüşünü yirmi üç bin yılda tamamlamaktadır.
Dünyanın Güneş etrafında dönme mimarisinin maruz kaldığı değişiklikler bunlardan ibarettir. Bu değişikliklere dünyanın açılıp yayılması ve dönüşü kemale erdirmemesi, ayın ve yıldızların yerçekimi sebep olmaktadır. Bütün bunlar, çocukların oynadıkları arının yalpalaması gibi yerkürenin güneş etrafında dönerken yalpa yapmasına sebep olmaktadır. Bu da dünyanın yıl içinde Güneşten aldığı ışınların miktarına etki etmektedir.
Milankowich’in zamanında buzul çağlara dair astronomik teorileri denemenin imkanı yoktu. O zamanlar binlerce yıl önce buz tabakasının çekilmesi ve artmasına dair tarihleri bilen kimseler de yoktu. Bu yüzden teori ispat edilmemiş bir şekilde kaldı. Zaten bazı kimseler hariç heveslisi de yoktu. Teori, binlerce yıl yer küreye gelen ısıyı incelemek üzere modern teknolojinin gelişmesine kadar böylece kaldı. Bu ölçüm 70’li yıllarda kireçleşmiş incilerin, deniz diplerinde tortu haline gelmiş ilkel canlıların ve salyangozların kalıntıları üzerine yapılan incelemelerde ortaya çıktı. (John Cribin, Zâhiratu’s-sûba, Arapçaya çeviren Ahmet Müstecîr s. 62, 63).
Tortular, deniz dibinden uzun sütunlar şeklinde çıkarılır. Bunları jeolojik keşif gemilerinden sarkıtılan matkaplar çıkarır. Fakat hangi derinlikte olursa olsun bu tortuların yaşını direk olarak o sütundan öğrenmek mümkün değildir. Bu ancak manyetik mukayese ile takdir edilir. (Yerkürenin manyetik alanı, jeolojik zamanla birlikte geniş bir biçimde değişikliğe uğramaktadır. Bu alan zaman içinde zayıflamakta, güçlenmekte zaman zaman da tersine dönmektedir. Bu değişiklikler – özellikle yansıma – jeolojik çağın belirgin bir parmak izini temsil eder. Muayyen bir manyetik değeri olan herhangi bir tortu parçasını, karada bir kayadan alınmış benzeri ile mukayese ederek yaşını büyük bir hassasiyetle tespit etmek mümkündür. (John Cribin, Zâhiratu’s-sûba, s. 63 – kısaltılarak - ) Karadaki kaya parçası içinde o kayanın manyetik değerinden onun yaşına göre bir miktar bulunmaktadır. Bu da başka yollarla ölçülmektedir. Bu o manyetik şeylerin biriktiği zamandaki ısı derecesinin belirlemektedir.
Bu işlem problemin yarısını yani o tortunun yaşını belirleme işini çözmektedir. Geriye diğer yarısı kalmaktadır ki o da o maddenin tortulaştığı zamandaki ısı derecesini belirleme işlemidir.
Oksijen atomları içinde (birbirine benzer) iki tane yaygın tür vardır: Bunlar oksijen (16) ve oksijen (18) dir. Her ikisi solunum yaptığımız havada ve aynı şekilde suda mevcuttur. Oksijen (18) oksijen (16) dan daha ağırdır. Deniz suyunun bazı parçaları, diğer parçalardan daha ağır olacaktır. Daha ağır suyun parçaları, daha hafif su parçalarına oranla daha çabuk donar. Bu da daha ağır parçacıklarından oluşan daha büyük bir nispetin, buzul çağa girildiğinde kar tutacağını göstermektedir. Deniz canlıları, kabuklarını oluşturmak için bulundukları çevreden oksijen aldıklarına göre buzul çağda oluşan kabuklar, daha hafif oksijene nispeten daha yüksek miktarda ihtiva edecektir ki bu, muazzam buz tabakalarının da içerisinde bulunmayan bir şeydir. Tortuların çeşitli tabakalarında mevcut olan salyangoz kabukları ve inci kalıntılarındaki oksijen türünün ölçülmesi sayesinde bunların tortulaştığı andaki ısı derecelerini bulmak mümkündür (John Cribin, Zâhiratu’s-sûba, s. 64).
Buzul çağının süresi yaklaşık olarak yüz bin yıl kabul edilmektedir. Bundan sonra ısınma dönemi gelir ki buna “İnterglacials” aşaması denilir. Bu dönem 10 ilâ 20 bin yıl kadar sürer. Bu şekil son bir milyon yıllık sürede on kez tekrarlamıştır. Şu anda biz doğal ısınma aşamasının sonuna doğru yaşamaktayız. Bu, iki buzul çağı arasındaki sıcaklık dönemidir. Bu dönem bundan on bin yıl önce başlamıştır (John Cribin, Zâhiratu’s-sûba, s. 58). Yani yer küre yeniden bir buzul çağının başlangıç dönemine yaklaşmaktadır. Böylece Hz. Peygamberin vermiş olduğu haber gerçekleşmiş olmaktadır.
Heell Maclar Arap yarımadası çöllerine yeniden göllerin döneceğini tahmin etmektedir. 1977 Temmuzunda er-Rub’u’l-hâlî çölünün kuzey kısmına üç hafta boyunca yarım mevsimsel yağmur yağdığı görülmüştür. Bu yağmurdan yeni gölcükler teşekkül etmemiştir. Fakat onun deyimiyle söyleyecek olursak “ Bu olay gölcüklerin oluşması için yeterli güçte ve sürekli tekrar edecek olursa bu, er-Rub’u’l-hâlî çölüne mevsim yağmurlarının geri döneceğinin ve bununla birlikte iklimde bir değişiklik yaşanacağının işaretini oluşturmaktadır. (Âfâk ilmiyye, sayı 24 s. 15).
 
 

Mühendis Cemal Abdülmünim el-Kûmî
http://www.nooran.org/tr/Research1/3.doc
 
  İÇİNDEKİLER
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  YAZARLAR
 
YAZARLAR
Ali DUMAN
Yrd.Doç.Dr
Loadtr.Com

Ali ESGİN
Yrd.Doç.Dr

Derya EĞİLMEZ
Yazar

Cengiz DUMAN
Araştırmacı-Yazar
Loadtr.Com

Mehmet BAŞAR
Gazeteci-Yazar
Loadtr.Com

SÜRELİ YAYINLAR

EKLENENLER

İsrailoğulları kavramının oluşumu üzerine

 

İMAM EBU YUSUF, HAYATI, FIKIHÇILIĞI VE ESERLERİ

 

 

KUR'AN'DA ZİKREDİLEN MEYVELER

 

İSLAM TARİHİNDE SEÇİM USULÜ

 

evli çiftlerde cinsellik

 

NÜKLEER SANTRALLER VE ÇEVRE GÜVENLİĞİ

 

“AYNA” PROGRAMI İLE DÜNYA’YI DOLAŞMAK

 

Elmalılı'nın meali veya sahipsizliğin meali

 

KUR'AN'I KERİM'E GÖRE İNSAN DAVRANIŞLARI

 

  İSLAM İLMİHALİ
İSLAM İLMİHALİ KONULARI
Loadtr.Com
İSLAM İLMİHALİ
İLMİHAL NEDİR ?
GUSÜL VE GUSLÜ GEREKTİREN HALLER
GUSLÜN FARZLARI
GUSLÜN SÜNNETLERİ
GUSÜL ETMESİ FARZ OLANLARA HARAM VEYA MEKRUH OLAN ŞEYLER
Teyemmüm nedir ?
TEYEMMÜMÜ MUBAH KILAN VE KILMAYAN BAZI HALLER
İMAMLIK VE CEMAAT
Kasten kılınmamış namazların kazası olmaz
BAYRAM NAMAZI NASIL KILINIR
CENAZE NAMAZI NASIL KILINIR
MEKRÛH VAKİTLER
NAFİLE NAMAZLAR
Kadın'a Namaz kılmak İçin Getirilen Kolaylıklar
SEHİV (Yanılma) SECDELERİ İLE İLGİLİ MESELELER
TİLÂVET SECDESİ İLE İLGİLİ MESELELER
KİMLERE ZEKÂT VERİLİR, KİMLERE VERİLMEZ?
KİMLERE ZEKÂT VERİLİR, KİMLERE VERİLMEZ?
ZEKÂTA BAĞLI OLMAYAN MALLAR
ALTIN İLE GÜMÜŞÜN ZEKÂTI
HACCIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI
HACCIN RÜKÜNLERİ
HAC VE UMRE İLE İLGİLİ YASAKLAR
Prof.Dr. Köse: Sigara hamilelere haram
Faiz gelirleriyle işlenen hayırın sevabı var mıdır?
İSLÂM'DA MUAŞERET (GÜZEL GEÇİNME) ÂDÂBI
OJE KULLANMANIN HÜKMÜ
DİNİMİZDE KURBAN İBADETİ
Çocuğa İsim Vermek
İMAMLIK VE CEMAAT
İSLAM DİNİNDE ARINMA İBADETİ OLARAK GUSÜL VE ABDEST
Fıtr Sadakası nedir, kimlere, nasıl ve ne zaman verilir?
Namaz'da cebi tek hamlede kapatın
Kurbanlık Hayvan Alımlarında Dikkat Edilecek Hususlar Nelerdir?
KURBAN KESİMİ NASIL YAPILMALIDIR?
KURBAN YÜZME VE PARÇALAMA İŞLEMLERİNDE NELER YAPILMALIDIR?
SAFA VE MERVE ARASINDA SA’Y ETMEK
RESİMLİ TEYEMMÜM TARİFİ
Çocuğa İsim Vermek
İSLAMİYET'E GÖRE ÂŞURA GÜNÜ VE AŞÛRA ORUCU
Âşûrâ günü ile ilgili bidatler
ÂŞÛRÂ GÜNÜ VE ÂŞÛRÂ ORUCUNUN MAHİYETİ
TEVRAT’A GÖRE AŞURA GÜNÜNÜN ÖNEMİ VE ÂŞURA ORUCU
  FIKIH İMAMLARI
FIKIH İMAMLARI
Ebu Hanife (İmam Azam)hayatı, eserleri ve fıkıhçılığı
İmam Şafi hayatı ve fıkıhçılığı
İmam Malik, Hayatı ve Fıkıhçılığı
İmam Ahmed b. Hanbel, Hayatı ve Fıkıhçılığı
İmam Cafer, Hayatı, Fıkıhçılığı
İmam Davud bin Ali Ez-Zahiri, Hayatı, Fıkıhçılığı
İmam Ebu Yusuf, Hayatı, Fıkıhçılığı
  KUR'AN KISSALARI
KUR’AN'I KERİM KISSALARI
RESULLER’İN TEBLİĞ MÜCADELESİNDE KAVİMLERİNİN DİRENİŞ PSİKOLOJİSİ
HZ.LUT VE HELAK OLAN KAVMİ
BURUÇ SURESİ IŞIĞINDA ASHAB-I UHDUD KISSASI
KUR’AN VE TEVRAT’A GÖRE; HZ. LUT KISSASI
HZ.SÜLEYMAN VE HÜKÜMDARLIĞI
HZ. YUNUS VE KAVMİNDEN KAÇIŞ
İSMAİL PEYGAMBER KISSASI IŞIĞINDA ÖĞÜT VE İBRETLER
HZ. HACER VE HİCRETLERİ
KURBAN HZ. İSMAİL Mİ HZ. İSHAK MI?
HZ. MUSA'NIN ALLAH İLE MÜKÂLEMESİ(KONUŞMASI)
ALİM KUL VE HZ. MUSA
HZ.HARUN VE YARDIMCI RESULLÜK
NANKÖR BİR TOPLUM ÖRNEĞİ:MEDYEN HALKI
HZ. YUSUF; ONBİR YILDIZ, AY VE GÜNEŞ
HZ.YAHYA VE ŞEHADETİ
AD KAVMİ VE HZ. HUD
YE'CÛC VE ME'CÛC
HZ. NUH VE TUFAN
SÂMİRÎ VE ALTIN BUZAĞISI NEZDİNDE ÖĞÜT VE İBRETLER KISSASI
KUR'AN'DA BAHÇE SAHİPLERİ KISSALARI
ZÜLKARNEYN KISSASI
PEYGAMBERLERDE HİCRET
SALİH PEYGAMBER VE SEMUD KAVMİ
İSMAİL PEYGAMBER KISSASI IŞIĞINDA ÖĞÜT VE İBRETLER
KISSALARDA MÜŞRİKLERİN VAHYE VE RESULE KARŞI ALDIKLARI TAVIRLAR
KUR’AN VE TEVRAT’A GÖRE HZ.İBRAHİM, HZ.İSMAİL VE HZ.HACER’İN MEKKE’YE HİCRETİ
HZ. İBRAHİM VE HZ. İSMAİL’İN KÂBE’Yİ İNŞÂ ETMESİ

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol