Laikliğin tarihsel gelişimi hakkında önceki yazılarımda bilgi vermiş olduğum için burada tekrar etmiyorum. Fakat temelde laiklik devlet otoritesini arkasına alarak halkı baskı altında tutan kiliseye karşı Hıristiyan Batı’da gelişmiş bir kavram olarak bilinir ve din işleriyle devlet işlerini biririnden ayırmak olarak tanımlanır. Her ne kadar bu tanımlama çok doğru olmasa da, bazı hakikatleri de içinde barındırmaktadır. Esasen laiklik din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmaktan daha çok, din konusunda halkın serbestliğinin devlet tarafından garantiye alınması demektir. Nitekim laikliği bu tanımıyla Gazi Mustafa Kemal’de görürüz. O şöyle der: “Laiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü, millî iradenin, insanlığa mal olmuş değerlerin belki de en mukaddesi olan din hürriyeti ancak laiklik prensibine bağlanmakla korunabilir” (Armaner, 330)
Bu yönüyle de laikliğin Hıristiyan Batı’da doğup gelişmesinden çok daha önceleri, Müslümanlarda ve İslâm’da olduğu söylenebilir. Zira, İslâm’ın temel referansı Kur’an-ı Kerim “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2, 256) ilkesiyle, insanların inandıkları dinlerini değiştirmeleri konusunda zorlanamayacağını kabul etmiştir. Aslında bu, evrensel olan, insanın dilediğine inanması şeklindeki ahlaki ilkeden başka bir şey değildir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, laiklik ilkesini benimserken İslam’ın inanç konusundaki bu temel ilkesini referans almıştır.
İslâm’da laikliğin, yani dinini yaşamak konusunda insanların serbestliğinin garanti alınması ilkesinin bir diğer göstergesi de, Peygamberin diliyle ifade edilmiş olan “Dinde ruhbanlık yoktur” hadisidir. Elbette burada din kelimesi ile kastedilen İslâm dinidir. İslâm’da Tanrı adına hareket etme yetkisine sahip kişi yada zümreler yoktur, her bir fert, dini inançlarını ve ibadetlerini yapmak konusunda doğrudan mesuldür, sorumludur.
İslam’ın bu konudaki üçüncü ilkesi şura prensibidir. Yani topluma ait işlerin danışma, istişare yoluyla yürütülmesidir. Nitekim “iş hususunda onlarla istişare et” (Al-i İmran, 3/159) ve “Onların işleri aralarında istişare iledir” (Şura, 42/38) ayetleri istişarenin, danışmanın yönetimde temel bir ilke olduğunu ortaya koymaktadır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk de, saltanattan başka bir şey olmayan halifeliğin yerine danışmaya dayalı meclisi kurarak bu ilke doğrultusunda cumhuriyet rejimini Türk Milletine armağan etmiştir.
İşte cumhuriyetimizi kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu ilkeler çerçevesinde, zaten İslâm’ın doğasında bulunan, fakat yüzlerce yıl gerek ulemanın, gerek siyasi liderlerin ve gerekse din simsarlarının tesiriyle üstü örtülmüş bulunan din hürriyetini, yani laikliği Türk Milleti’ne kazandırmıştır. O, bunu yaparken, laikliği dinsizlik şeklinde algılayarak, ona göre hattı hareket benimseme eğiliminde olaiblecek olan kimseler için: “Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır” (ASD, II/94) demiştir. Yani Atatürk laikliğin dinsizlik olmadığını, laikliği dinsizlik şeklinde anlayarak, uygulamaya kalkanlara fırsat verilmemesi gerektiğini açıkça söylemiştir.
Şimdi, meydanları “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarıyla inleten insanlara sormak lazım. Bu ülkede laiklik sorunu mu var?
Kanaatimce bu ülkede Atatürkçülük sorunu vardır. Atatürk’ü doğru anlamak ve onun gösterdiği yolda ilerlemek açısından bir sorun vardır. Atatürk’ü ve onun ilkeklerini suistimal ederek İslâm düşmanlığı yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Atatürk hiçbir zaman böyle bir şeye niyet etmemiş, niyet edenlere de fırsat vermemiştirkede Atatürkçülük sorunu vardır. Atatürk’ü doğru anlamak ve onun gösterdiği yolda ilerlemek açısından bir sorun vardır. Atatürk’ü ve onun ilkeklerini suistimal ederek İslâm düşmanlığı yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Atatürk hiçbir zaman böyle bir şeye niyet etmemiş, niyet edenlere de fırsat vermemiştir.
Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN
İ.Ü İLAHİYAT FAKÜLTESİ
ÖĞRETİM ÜYESİ