İmam Şafi hayatı ve fıkıhçılığı
Fıkıh mezheplerinin mensubu en fazla bulunanlarından biri Şafii mezhebidir. Şafii mezhebi, Hicri 150 yılında Mekke’de doğmuş ve h. 204 yılında vefat etmiş olan Muhammed b. İdris eş-Şafii’nin fıkıh konusundaki yöntem ve görüşlerinin sistemleştirilmesiyle meydana gelmiş bir mezheptir. İmam Şafii’nin vefatından sonra talebeleri, onun görüşlerini derleyerek mezhebi teşekkül ettirmişlerdir.
İmam Şafii, başta İmam Malik ve İmam Ebu Hanife’nin talebesi İmam Muhammed olmak üzere devrinin pek çok aliminden ilim almıştır. Aynı şekilde başta İmam Ahmed b. Hanbel ve Ali b. Davud ez-Zahiri olmak üzere pek çok alim yetiştirmiştir. Talebelerinden bazıları şunlardır: Zaferani, İbn Süreyc, Taberani, İbn Cerir et-Taberi, Büveyti, Müzeni, Rabi b. Süleyman el-Muradi.
İmam Şafii ilim öğrenmek adına pek çok beldelerde bulunduğu için fıkhi görüşleri konusunda kavl-i kadim (eski görüş) ve kavl-i cedid (yeni görüş) olmak üzere çoğu konuda kendisinden iki görüş nakledilmektedir. İmam Şafiinin kitapları şunlardır: er-Risale: Fıkıh usulü alanında yazılmış kitabıdır. El-Ümm: Fıkhi konuları ve çözümlerini ele aldığı temel kitabıdır.
İmam Şafii’nin fıkıhtaki metodu genel anlamda kendisini yetiştiren İmam Malik ve İmam Muhammed’in tesiriyle gelişmiştir. O da metodolojisinde hocaları gibi Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tan meydana gelen şer’i delilleri esas almıştır. Fakat o, hocalarından farklı olarak, sünnete biraz fazla değer vermiştir.
Açıklamak gerekirse: İmam Şafii, fıkhı incelemiş; Kur’an’ın genel kaidelere sahip olmakla birlikte, pek çok konuda cüz’i meselelere de temas ettiğini tespit etmiştir. Ona göre Sünnet, Kur’an’ın yaptığı açıklamaları tamamlamakta, kapalı yönlerini açıklamaktadır. Bu durumda sünnet, Kitabın (Kur’an) ele aldığı bütün genel hükümlerin açıklayıcısı ve aynı zamanda kapalı (mücmel) konuların aydınlatıcısıdır. Yani İmam Şafii’ye göre sünnet, Kur’an’dan kaynaklanan ve Kur’an’ı destekleyen bir kaynaktır.
İmam Şafii’nin bu yaklaşımının altında yatan nedenlerden birisi, onun Kur’an’ı ve ona bağlı olarak da Kur’an dili olan Arapça’yı yüceltme endişesi olduğu söylenebilir. Zira İmam Şafii’ye göre Arapça, ifade bakımından dillerin en genişi, kelimesi hazinesi yönünden en zenginidir ve diller arasında birbirini anlamayacak derecede büyük farklar vardır. Bu sebeple dillerin bir kısmının diğerlerine tabi olması doğaldır ve tabi olunan dilin üstün olduğu inkar edilemez. Lisan açısından üstünlüğe en layık olan dil ise, Peygamberin konuştuğu Arapça’dır. Dolayısıyla müslümanların ellerinden geldiği kadarıyla Arapça’yı öğrenmeleri, en azından namazda okunacak Kur’an metinlerini orijinal Arapça kelimeleriyle telaffuz edebilmeleri gereklidir (Şafii, er-Risale, 42-47).
İmam Şafii’nin Kru’an’ın dili olan Arapça’yı bu kadar üstün görme eğilimi, Kur’an’ın hem lafzının hem de manasının birlikte Kur’an’ı oluşturduğu, dolayısıyla Kur’an’ın başka dillere çevirilemeyeceği sonucuna ulaşmasına yol açmıştır. Yani İmam Şafii nassın ifade edilmesinde sadece bir vasıtadan başka bir şey olmayan lisanı kutsallaştırmış ve deyim yerindeyse Arap dilini nasslaştırmıştır. Nasr Hamid Ebu Zeyd, İmam Şafii’nin bu tutumunun yol açtığı sonuçlara şöyle işaret etmektedir:
“Şafii’ni perspektifinden Kitabın (Kur’an) geçmiş, şimdi ve gelecekteki her soruna çözümler içerdiği hususu, Kur’an’ın Arapça oluşuna, yani onun indirildiği dil olan ve daha önce işaret edildiği gibi, ancak Nebilerin ihata edebileceği kadar engin bir delalete sahip olan Arap dili üzerine kuruludur. Kitabın türm gerçekleri kapsaması ile Arap dilinin enginliği arasındaki bu bağlantı ve ayrılmazlık, Kitabın tefsir ve anlaşılmasını, ancak anadil ve ırk olarak Arap olanın yapabileceği zor bir görev haline getirmektedir. Zira Arap olmayan bir kimse, dili öğrenmede ne kadar derinleşirse derinleşsin, bir Arap düzeyine ulaşamaz”. (Nasr Hamid Ebu Zeyd, “İmam Şafii ve Ortayol İdeolojisinin Tesisi”, Sünni Paradıgmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü, 97).
Nasr Hamid Ebu Zeyd’in, İmam Şafii’nin er-Risale adlı usul kitabındaki Arapça ile ilgili görüşlerinin özeti olan yukarıdaki satırlardan çıkan sonuç şudur: Arap olmayan, diğer müslümanlar, din hususunda Araplara tabi olmak zorundadırlar.
Alimlerin herhangi bir konuda fikir birliği etmeleri demek olan icma da İmam Şafii’ye göre dinin kaynaklarındandır. Ancak o, icma’ı Kitap ve Sünnet’in ardından gelen ikincil derecede bir kaynak olarak değerlendirir ve cima’ı sadece fakihlerin / alimlerin görüş olarak değil, bütün toplumun onayı şeklinde ortaya koyar. Öte yandan icma’ın Kur’an ve Sünnet’e dayanma zorunluluğu doğal olarak, bir fikir üretme gayretinin ürünü olması gereken icma’ı, sadece Kur’an ve Sünnet nassları üzerinde bir fikir jimnastiği olmaya doğru sevk eder. İcma’ın bu şekilde yorumlanması, işlev alanının daralmasına yol açtığı gibi, bütün toplumun katılımı gibi bir şart onu aynı zamanda imkansızlaştırmaktadır. Bu durumda icma’ın sadece sahabe döneminde gerçekleşebileceğini kabul etmekten başka çıkar yol yoktur.
İmam Şafii’ye göre dördüncü kaynak kıyastır. O kıyası, hakkında açık nass bulunmayan konular hakkında Kitap, Sünnet ve icma’ıin içerdiği hükümleri ortaya koymaya yarayan bir kaynak olarak kabul eder. Şafii’nin bu anlayışıyla kıyas, sadece nasslarda yer ala hükümleri ortaya çıkarma prensibi haline dönüşmüştür. Bu haliyle kıyasın içtihattan, yani akıl yürütmeden uzaklaşmış olduğu söylenebilir.
George Maqdisi, Şafii’nin usulüyle ilgili olarak “Şafii’nin Hukuki Teoloji Anlayışı: Usul-ı Fıkhın Kökenleri ve Önemi” adlı makalesinde: “Hz. Peygamberin sünnetinin Kur’an düzeyine çıkarmak ve kıyasın kullanımını kesin ölçülerle sınırlamak suretiyle Şafii’nin maksadı, ehl-i kelam diye adlandırdığı ve kendisinin düşman gördüğü akılcı mutezile ile özdeşleşip iyice müesses hale gelmiş bulunan diğer bir ilme yani kelama karşı gelenekçilik tarafından bir panzehir olarak kullanılabilecek bir ilim vaz etmekti” (bkz. Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü, Kitabiyat yay., Ankara, 2000, 19-20) tespitlerinden bulunarak, İmam Şafii’nin metodolojisinin akla karşı geleneği öne çıkaran bir sistem olduğunu tespit etmektedir.
Şafii metodolojisinde, Hanefilerin istihsan adını verdikleri ve herhangi bir meselede, gizli bir illet sebebiyle benzerlerinde verilen hükmün dışında bir hüküm verilmesi ilkesine şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre istihsan yapmak, kişinin kendi kafasına göre din ihdas etmesi demektir.
İmam Şafii’nin şer’i delilleri bu şekilde sıralaması Sünni fıkıh ekollerinin ana hareket çerçevesini de teşkil eder. Nitekim Osman Taştan bu hususa şöyle işaret etmektedir:
“İslam hukukunun temel kaynaklarını yukarıda tartışıldığı şekilde yorumlamak suretiyle Şafii, kendisinden sonra ortaya çıkacak olan hukuktaki Sünniliğin temel çerçevesini tespit etmiştir: Kitap, Sünnet, icma, kıyas. Aslında bu yaklaşım, Şafiiyi müteakiben olgunlaşan hukuk teorisindeki meşruiyet çerçevesini oluşturmuştur… Artık, hukuk teorisi, Kur’an, Sünnet, İcma ve kıyas olarak asgari ve mecburi bir çerçeve ile kayıt altına alınmış, hukukun ihtiyaç duyduğu otorite ve meşruiyet de bu asgari ve mecburi kaynaklar vasıtasıyla temel olarak sadece vahiy kapsamında aranmıştır. Bu yüzden, Şafii’nin nüfuzu ile birlikte ortaya çıkan hukuktaki merkezileşme,.., hukuk teorisinde meşruiyet ve otoritenin temel çerçevesini ortaya koymuş ve Şafii’nin bu yöndeki nüfuzu tarih boyunca devam etmiştir” (Osman Taştan, “Bölgeselliğe Veda veya Şafii Faktörü, Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü, 161).
Kısaca hayatını ve fıkıhçılığını özetlemeye çalıştığımız İmam Şafii, geliştirmiş olduğu fıkıh sistemiyle gerek kendisinden önce teşekkül etmiş mezheplerin sonraki dönem alimlerini, gerekse kendisinden sonra teşekkül edecek mezhepleri etkilemiştir.
24.08.2008
YRD. DOÇ. DR.
ALİ DUMAN
i.ü ilahiyat fakültesi
öğretim üyesi