D.İ.B'NIN "KUR'AN YOLU" TEFSİRİNDEKİ BAKARA SURESİ 2-27. AYETLERE GETİRİLEN YORUMLAR HAKKINDA BAZI MÜLAHAZALAR
Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve yorumlamak bir müslümanın hayatını müslümanca yaşayabilmesi için bir zorunluluktur. Fakat her insanın yaşadığı hayat şartları doğrudan Kur'an'a müracaat ederek hayatını devam ettirmesine müsait olmayabilir. Allah, bütün insanların Kur'an'ı anlamak ve yorumlamak konusundaki imkansızlığını dikkate alarak bunu herkese bir görev olarak vermemiş, bu görevi ilimle uğraşanlara devretmiş (Bakara, 2/151, 159, 174; Tevbe, 9/122), diğer insanlara da Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve hayata geçirmek noktasında ilim adamlarına başvurmayı (Enbiya, 21/7) ve cahillerden uzak olmayı (En'am 6/35; A'raf, 7/199; Hud, 11/46) emretmiştir. Bu noktada ilim adamlarına ve halka verilmiş olan görevler şu şekilde netleştirilebilir: İlim adamları insanlara Allah'ın ve evrenin gerçeklerini anlatacak; Halk bilmeleri gereken noktalarda bilim adamlarına müracaat edecek.
Kur'an-ı Kerim'in verilerinden hareketle iki çeşit müslüman tipinin olmak zorunda olduğunu söyleyebiliriz: İlim adamları ve halk. İki çeşit müslüman olduğuna göre iki çeşit İslâm, yani ilim adamlarını İslâm'ı ve halkın İslâm'ı söz konusu edilebilir mi? Bunun söz konusu edilemeyeceği açıktır, şöyle ki: halk, dini konusundaki bilgilerini ilim adamlarından aldığı ve ilim adamları da hem Allah'ın öğüdünü, hem de Allah'ın kainatını okudukları için İslâm tektir ve halkın İslâm'ı diye bir şey söz konusu olamaz. Bu noktada belki ilim adamlarının dini metinleri anlama ve yorumlamada bir takım ihtilafları söz konusu olabilirse de; pratik hayatın yaşanışında, bunlar ihtilaf olmaktan çok insanların farklı durumlarda farklı çözüm yollarına muhtaç olduğu varsayımından hareketle, bir ihtiyaç olarak değerlendirilmelidir.
Fakat burada bir başka sorun daha ortaya çıkmaktadır: İlim adamları dinin ana kaynaklarını anlarken ve yorumlarken dayanakları ne olacaktır? Bir başka şekilde söyleyecek olursak ilim adamları hangi kriterlere göre dini anlayacak ve yorumlayacaklardır? Problemin bir başka boyutu olarak da "sosyal hayatta bell düşünce kalıpları var mıdır? Varsa, bu kalıpların dini metinleri anlama ve yorumlamada etkisi nedir? Sorularını cevabı oluşturmaktadır.
İşte biz bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2003 yılında yayınlanan Kur'an Yolu Tefsiri'nde Bakara Suresinin 2-27. ayetleri arasında yapılmış olan yorumlardan hareketle ilim adamlarının dini anlamada ve yorumlamada belli düşünce kalıpları olup olmadığı, varsa bu kalıpların etkisinin neler olduğunu, bu kalıplara uyulma derecesinin sınırlarını, ilim adamı olmanın sınırsız, kalıpsız vs. yorum yapabilme hakkı verip vermeyeceğini ortaya koymayı, amaçlamaktayız.
Bakara suresinin 2-5. ayetinin tefsirinde takva, iman ve gayb kavramlarının açıklamasının yapılmış olduğunu görmekteyiz.
Tefsir yazarlarına göre takva "sakınılması gereken şeylerden sakınmak", ayette geçen müttaki ise "sakınılması gereken şeylerden sakınanlar" yani takva sahipleri demektir. Ebu Hureyre'nin yaptığı bir benzetmeye göre takva: "Yolda yürürken diken görürsen ya yolu değiştirirsin yada dikene dokunmadan geçmenin bir yolunu arar ve bulursun; işte takva budur; hayatı Allah tealanın yasakladığı kötülüklere bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır." Takva sahiplerinin: 1) Gayba iman etmek, 2) namazı doğru ve devamlı kılmak, 3) Allah'ın verdiklerinden bir kısmını onun rızası için harcamak, 4) Kur'an'a olduğu gibi, diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak, 5) ahiret konusunda kesin inanç sahibi olmak; üzere beş temel özelliği vardır. Takva sahiplerinin temel özelliklerinden olan gayba iman etmek, namaz kılmak ve Allah rızasına uygun harcama yapmak ise İslâm'ın fert ve topluluk olarak insana getirdiklerinin ve ondan istediklerinin güzel bir özetidir. Gayba iman, iman esaslarına; namaz kılmak, özel duygu ve davranışlarla Allaha ibadet etmeye; Allah rızasına uygun harcamada bulunmak (infak) ise dayanışmaya, düzen ve adalete, yani muamelatın ruhuna ve amacına işaret etmektedir.
Tefsir yazarlarının takva konusunda vermiş oldukları yorum İslâm'ın, Kur'an'ın genel hedefleriyle ve Ehl-i Sünnet alimlerinin yorumlarıyla çelişik gözükmemektedir. Fakat "gayba iman" kavramı içerisinde geçen "iman" teriminin yorumuna gelindiğinde tefsir yazarları bu noktada Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmaktadırlar:
Eş'ari, Maturidi, Bakıllâni, Cüveyni, Gazali, Nesefi, Razi, Amidî gibi Ehl-i Sünnet alimlerinin çoğunluğuna göre iman: "Hz. Muhammed'in Allah'tan getirdiklerine ve dinden olduğu zaruri olarak bilinen haber ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak ve bunların tamamını kalp ile tasdik ve kabul etmektir." Yani Ehl-i Sünnet alimleri imanın bir kalp ve vicdan işi olduğunu kabul etmişler, onlar imanın aslının kalp ile tasdik olduğunu, çeşitli ayet (Yusuf, 12/17; Maide, 5/41; Hucurat, 49/14, Nahl, 16/106) ve hadislerle destekleyerek bildirmişlerdir.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam İlmihalinde de iman şu şekilde tanımlanmaktadır: "Hz. Peygamber'i, Allah tealadan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarurat-ı diniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip, bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir." (İlmihal, I.68). İlmihalde bu tanımın ardından "Buna göre imanın hakikati ve özü kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki imanın değişmeyen unsurudur." yorumu yapılmaktadır.
Kur'an Yolu Tefsirinin yazarları ise imanı: "Akıl ve vicdanın doğrulaması (tasdik), dilin bunu itiraf edip söylemesi (ikrar) ve davranışların da bunlara uygun olmasıyla gerçekleşip tamamlanmaktadır." (I.19) şeklinde tanımlamaktadırlar. Ardından getirdikleri yorum şu şekildedir: "Yalnızca tasdik bulunur, fakat söz ve davranış buna aykırı ve tutarsız olursa iman zayıf demektir. Böyle bir imanla gerçek manasıyla İslâm yaşanmış ve temsil edilmiş olmayacağı gibi, İslâm'ın insanlara vaad ettiği mutluluğa da erişilemez. Söz ve uygun davranış bulunur da kalbin tasdiki bulunmazsa ya şuursuz, rastgele bir dış uygunluk yada iki yüzlülük (münafıklık), durumu gizleme (takiyye) söz konusudur. Her ne kadar ahrette zerre kadar imanın bile insana fayda vereceği ve sonunda onu cehennemden çıkararak cennete sokacağı sahih hadislerle bildirilmişse de, dinin vaad ettiği dünya ve ahret saadeti ancak "tasdik, ikrar ve tutarlı amel" unsurlarının birlikte var oluşu halinde gerçekleşir." (I.19)
Tefsir yazarlarının bu iman tanımı Ehl-i Sünnet'in iman tanımıyla örtüşmediği gibi; ardından yaptıkları yorum da yine Ehl-i Sünnet'in anlayışıyla çelişmektedir. Onların bu tanımı Mutezile, Havaric ve Zeydiyye'nin "kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel" şeklindeki iman tanımına benzemektedir.
Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet ve diğer itikadi fırkalar arasındaki bu iman tanımlaması farkı dolayısıyla bir çok ihtilaflar meydana gelmiştir. Bu ihtilaflardan birincisi ve önde geleni "amel'in imandan bir cüz olup olmadığı" konusudur; ardından "Büyük günah işleyenin durumu", "husn-kubh meselesi", "imanın artıp eksilmesi", "akıl-vahiy ilişkisi" gibi tartışmalar hep bu iman tanımına bağlı olarak ortaya çıkmış ve tartışılmış konulardır.
Bu noktada tefsir yazarlarının Ehl-i Sünnet'in iman tanımını benimsemedikleri görülmektedir. Şu halde onlar diğer problemli noktalarda da Ehl-i Sünnet'in çözümlerini değil, iman tanımını tercih ettikleri ekolün çözümlerini kabul ediyor olmalıdırlar. Aksi taktirde bir metot hatası ve çelişki gündeme gelecektir.
Nitekim çelişki kabul edilebilecek bir durum 11. ile 17-20. ayetlerin tefsirinde görülmektedir. "Onlara "yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde "hayır, biz yalnızca ıslah edilcileriz" derler." Mealindeki 11. ayetin yorumunda şunu söylemektedirler: "Her insan kendi aklını beğenir ve tutuuğu yolun doğru olduğunu iddia eder. Sıra iddianın deliline gelince müminle kafirin farkı ortaya çıkar. Müminin delili, aklının yanında, hatta önünde bulunan ve doğru bilginin kaynağı olan vahiydir, Kur'an-ı Kerim ve hadislerde yer alan bilgiler ve açıklamalardır. Hz. Peygambere inanmayanlar ise yalnızca beşeri bilgi kaynaklarıyla yetinmek durumundadırlar. Beşeri bilgi kaynakları bir çok konuda, tek başına doğruyu bulmaya, bilmeye yeterli olmadığından bununla yetinenler hataya düşerler, yanlış yollara saparlar; ancak gerçekği bilmedikleri için kendi bildikleri ve yaptıklarının doğru olduğunu savunmakta ısrar ederler." (I.26)
17. ayetin tefsirinde 11. ayette geçen beşeri bilgi kaynaklarını "güdüler, duyu organları ve akıl" olarak belirleyen tefsirciler, şu yorumu yapmaktadırlar: "İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşeri güç ve imkanlarıyla yetinir veya bunlara ilahi yardım ve irşadı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkarcılar dini hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle –daha çok ve kısmen- maddi problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşeri bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar…. Allah'ın insanlara verdiği beşeri bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (ayetleri) okuyarak Rabbini bulması, onun irşadına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur." (I.28-29)
11 ve 17-20. ayetlerin yorumları dikkatle okunduğunda insanların inanan ve inanmayanlar olarak ikiye ayrıldığı, inanmayanların aklını kullanmakta ısrar edenler olduğu, aklın ise inananların Rabbini bulması için bir vasıta olduğunun söylenmekte olduğu görülür.
Kanaatimce burada verilen yorumlar ile imanın tanımı konusunda verilen yorumlar birbiriyle çelişki arzetmektedir. Bu ayetlerde zımnen "insan aklının yetersizliği" vurgulanmakta, bu yetersizliğin vahiyle telafi edileceği söylenmekte, vahiy olmaksızın aklını kullanarak problemleri çözmeye çalışmanın imansızlık alameti ve hatta imansızlığın ta kendisi olduğu vurgulanmaktadır. Bu yaklaşım yukarıda iman tanımını benimsedikleri mutezile'nin "aklın şaşmaz bir huccet olduğu, aklın güzel gördüğü şeyin farz, çirkin gördüğünün haram olduğu, din bildirmese de insanın aklıyla haramı ve farzları bilebileceği, aklın imandan daha üstün olduğu" tutumuna aykırı bir durumu ortaya koymaktadır. Yani Kur'an yolu tefsiri yazarları bu noktada Ehl-i Sünnet anlayışına yakın bir tutum içerisine girmiş gibidirler.
Bir diğer çelişki yada mantık hatası ise Kur'an'ın akla bakış açısındaki yorumlarda gözükmektedir. Şöyle ki yazarlar burada aklı kullanmayı adeta kafirlerin işi olarak ortaya koymuşlardır, halbuki aklı kullanmak Kur'an'ın ve İslâm'ın anlaşılıp yaşanmasında birinci derece gerekli olan bir durumdur. Aklı kullanmak kafirlerin değil, öncelikle müminlerin işi olmalıdır. Nitekim Kur'an da aklı kullanmaya değil, kullanmamaya karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla 11 ve 17-20. ayetler için getirilen yorumlar Kur'an'a çelişik ve hatta onun amacına aykırı gibi gözükmekte denilebilir.
Bu noktada Tefsir yazarlarının neden böyle tutum sergilemiş oldukları üzerinde durulması faydalı olacaktır. Kanaatimce yazarların bu tutumu üç amaç için sergilemiş olabilirler:
1) İyimser bir yaklaşımla yazarların böyle bir iman tanımını benimsedikden sonra, maddi ve manevi problemlerin çözümünde aklı geri plana atmaya çalışmalarının sebebi, günümüz dünyasında yaşanan hayatta meydana gelen hadislerin rasyonel bilgiyle çözülebilme imkanının, insanların dini hakikatleri göz ardı etmelerine sebep olabileceği düşüncesi olabilir. Yani dinin belli ritüellerinin gündelik hayatta toplumun üyeleri tarafından fazla önem verilen şeyler olmaması, onların böyle bir iman tanımıyla insanların başta namaza olmak üzere ibadetlere karşı duyarlılığını sağlayabilmek, bu tür bir tutumun gerekçesi olabilir.
2) Yine iyimser bir yaklaşımla yazarların, toplumda dejenerasyona engel olabilmek için tepkisel bir mantıkla böyle bir tutum izlemiş olabilecekleri düşünülebilir.
3) Üçüncü olarak kötümser bir yaklaşımla, yazarların günümüz dünyasının şartlarına meydan okumak amacı gütmüş olabilecekleri, köktenci bir tutumla, bugünün haricileri ve mutezileleri olarak, namaz kılmayanın kafir olduğu, ibadetlerini aksatanların düşük dereceli müslüman olduğu, büyük günah işleyenin dinden çıktığı gibi düşüncelere sahip olabilecekleri söylenebilir.
Yrd. Doc. Dr. Ali DUMAN
İnönü Üniv. İlahiyat Fak.
İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı