İslam’da devlet başkanlığı kurumu yani Halifelik hakkında yazdığımız yazıda da değindiğimiz gibi, İslam siyasal bir sistem olmadığı gibi, herhangi bir yönetim biçimini de emretmemiştir. Dolayısıyla yazımızda “İslam’da seçim usulü” gibi bir başlık yerine “İslam Tarihinde Seçim Usulü” başlığını tercih etmemizin temel sebebi budur. İslam tarihini bu yönüyle ele aldığımızda, günümüz modern devlet anlayışında olduğu gibi bir seçim sisteminin varlığından bahsetmek mümkün değildir. Zira İslam tarihinde ortaya çıkmış yönetim biçimleri arasında seçim ortamını gerektirecek bir tanesi ortaya çıkmış değildir. Tek tek ele alınacak olursa;
1. İslam tarihinde ortaya çıkmış ilk yönetim biçimi Hz. Muhammed’in yöneticiliğidir, ki temelde Hz. Muhammed ne devlet başkanı olmak amacıyla ortaya çıkmıştır, ne de yönetici olmak gibi irade ortaya koymuştur. Ancak içinde bulunduğu dönemin şartları onun devlet başkanı olarak hareket etmesini kaçınılmaz kılmıştır. Söz konusu yöneticilikte söz konusu olan Hz. Muhammed aynı zamanda Allah Resulü olduğu için, onun yaşadığı dönemde herhangi bir seçim sisteminde bahsetmek mümkün değildir.
2. İslam tarihinde ortaya çıkmış ikinci yönetim biçimi Hz. Peygamberin vefatının hemen ardından ortaya çıkmış olan ve İslamiyet öncesi Arap cahiliye döneminin izlerini içinde barındıran Halifeliktir. Halifelik sisteminde de, her ne kadar İslam Hukukçuları üç yada dört biçimde iktidara gelme yöntemlerinden bahsediyor olsalar da, bugünkü anlamda bir seçim anlayışından bahsedilemez.
3. Üçüncü yönetim biçimi iktidarın babadan oğula devri demek olan Saltanattır. Bunda da bir seçim söz konusu olamaz.
4. Dördüncüsü başını Türkiye cumhuriyetinin çektiği, halkın katılımını esas alan Cumhuriyet türü yönetim biçimidir ki, cumhuriyet türü yönetim biçimleri ancak demokratik olduğu zaman seçim söz konusu olabilmektedir. Nitekim Arap-İslam aleminin çoğunluğunun yönetim biçimi cumhuriyet olmasına rağmen, demokratik olmaktan uzak oldukları için buralarda yapılan seçimlerin göstermelik olduğu görülmektedir.
Biz bu yazımızda, İslam tarihinde ortaya çıkmış yönetim biçimleri içerisinde İslam’ın yönetim biçimi olarak öne çıkarılmış bulunan Halifelik-seçim ilişkisini ele almayı amaçlamaktayız.
İslam devlet teorisinde iktidara gelebilmek için temelde üç görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi başta Hariciler ve Ehl-i sünnet olmak üzere ümmetin çoğunluğu tarafından sauvnulan “devlet başkanını seçmek ümmet üzerine vaciptir (ihtiyar)” görüşü, ikincisi Şi`a’nın savunduğu “devlet başkanını seçmek Allah üzerine vaciptir” görüşü ve üçüncüsü de Haricilerin Necedat kolu tarafından ileri sürülmüş olan ve pek taraftarı bulunmayan “devlet başkanının bulunmasına gerek yoktur” görüşüdür.
Birinci görüşü savunan çoğunluğa göre bu göreve gelecek kişi seçimle iş başına gelmelidir. Bu görüş sahiplerinden Hariciler ile Ehl-i Sünnet arasında yaklaşım farklılığı vardır. Şöyle ki: Hariciler devlet başkanının aile, soy, sınıf farkı olmaksızın müslümanların herhangi biri tarafından yapılabilecek olduğunu savunurlar, dolayısıyla onlara göre bu seçimde bütün müslümanların söz sahibi olmaları gerekir. Ehl-i Sünnet ise devlet başkanını seçecek kimselerin, devlet başkanlığı görevini yürütebilecek nitelikte kimseler olması gerektiğini (ehl-i hal ve akd) savunurlar. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’e göre devlet başkanının bulunması farzken, devlet başkanını seçmek görevi farz-ı kifaye, yani toplumun bir kesiminin yerine getirmesiyle sorumluluğun toplumun tamamından düştüğü bir farzdır. Ehl-i hal ve Akd devlet başkanını seçer ve halk ona bey`at eder. Bey`at ise bir fıkıh terimi olarak devlet başkanına temsil ve tasarruf yetkisi verme anlamına gelir.
Her ne kadar bey`atı bir seçim gibi değerlendiren bazı araştırmacılar varsa da temelde bey`at bir seçim olarak değil, belki güveoyu olarak değerlendirilebilir. Bey`at seçim olarak değerlendirilemez çünkü, bey`atla yöneticiye itaat sözü veren halkın, kötü yönetimle karşılaştığında yöneticiyi görevden alma yetkisi yoktur. Hatta Ehl-i sünnet anlayışına göre “yönetici zalim bile olsa itaat farz” olduğu için, yöneticinin her türlü haline, yani beceriksizliğine, zulmüne bile halkın itiraz etme, kabul etmeme hakkı yoktur.
Halbuki yöneticiye itaat ilke olarak belirleyen “Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizden yetki sahiplerine itaat” ayetteki itatin ne olduğu konusunda Hz. Muhammed “marufu (iyiliği) emrettiği sürece itaat ediniz” diyerek açıklık getirmiştir. Yöneticiye iyiliği emrettiği sürece olması gereken itaat Ehl-i Sünnet’te her durumda itaate dönüşmüş ve böyleece İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve sünnet’te açıkça ortaya konulmuş olan ilkeler ihlal edilmiştir. Üstelik insanların bir tarağın dişleri gibi birbirine eşit olduğu, üstünlüğün ancak takva ile olduğu biçimindeki hükümler de Ehl-i sünnet tarafından ihlal edilerek İslam toplumun meydana getiren bütün bireylerin oy hakkı eldinden alınmış olmaktadır.
Bütün bunlardan çıkarılabilecek netice şudur: aslında İslam’ın ana kaynaklarında yer alan danışma, istişare, seçim, herkesin söz hakkı olması, fikir ve söz hürriyeti gibi temel ilkeler, toplumun maslahatı adı altında, hakim olan anlayışlar tarafından ihlal edilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Kur’an ve Sünnet’e göre müslüman toplumu kendi yöneticilerine seçme hakkına sahiptir, ona itaat etmekle de yükümlüdür, ancak bu itaat iyilik sürdüğü sürecedir, aksi durumda itaatin yerini itiraz ve hatta isyan alabilecektir. Devlet başkanını seçmekte ise bütün ümmetin söz hakkı olmalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ali DUMAN
İ.Ü İLAHİYAT FAKÜLTESİ
ÖĞRETİM ÜYESİ